13.05.2013, 11:27

Kokunu rüzgar çalar rengini yağmur

İstanbul’un rengi erguvan, kokusu ıhlamurdur. Kendisi ise ancak katırtırnağı olur o zaman.

Hz. İsa’ya ihanet eden Yahya, duyduğu pişmanlık sonrası kendisini bir ağacın dalına asar. Rivayet odur ki, o güne kadar bembeyaz olan çiçekleri, (her iki utancı; biri ihanet, diğeri intihar) morarır. O morluk sonradan erguvan rengi adını alacak ve asaletin rengi olacaktır.

Bizans imparatorunun pelerini erguvan rengidir ve kimse, ama kimse o renkte değil giyinmek örtünemez bile. O gelenek Osmanlı’da da sürmüş, İstanbul payitaht olduktan sonra erguvan Osmanlı rengi olmuştur. Tabii, saltanata özgü değildir artık.

Baharın yaza döndüğü şu günlerde, dalları incecik, çiçekleri güneş sarısı açan, müthiş güzel kokan, boyu insanı aşmayan çalı: Katırtırnağı. Boğaziçi’nin erguvandan sonraki rengi, ama aşırı betonlaşmaya direnemediğinden yalnızca yol kenarlarında kaldı. Adını sanırım inatçılığından alan bu baklagil familyasından gelen bitki, zamana ve zemine karşı bizim -çevreye ve insana duyarlı insanların- simgesi olmalı.

Kenti koku ve renkle sınırlamaya kalkıştığınızda içinizi bir hüzün kaplar. Çünkü ne renk ne de koku sınırlanamayacağı gibi simge haline de gelemez. Gelirse birinin diğerinde gönlü kalır. Erguvan -ki Boğaziçi’nin rengi olduğuna ben de inanıyorum- kısacık ömrüyle ve bir de imparatorluğun azametiyle bu haklı unvanı omuzlarında taşıyor. Katırtırnağı, mayıstan başlayarak eylüle kadar ama az ama çok ve fakat sürekli sapsarı ışıldar, mis gibi de kokar.

Gelelim inada…

Bunca hoyrat davranmaya, bunca yok etmeye direnen katırtırnağı uzun çiçek ömrüyle vazolarda da kalıcı olur. Dalından koparmak zordur (bağlantı noktasından ters yönde çekerek koparılabilir, bilenler bilir) makas yardımı gerekebilir. Bunca zahmet çekip de vazonuza koyduğunuz çiçekler hem evinizi muhteşem kokusuyla boyar hem de gördüğünüz anda güneş sarısı size de çiçek açtırır.

Kopmamaya inat eden katırtırnağı ölmemeye de kararlıdır. Yaz sonunda, artık çiçeklerin de son deminde, tohumları saklayan bakla benzeri zarflar çatlamaya başlar. Aslında patlamaya başlar demeli… çünkü öyle bir ses çıkarır ki, sanırsınız bir şeyler kırılıyor. Kim bilir, belki de kaderine, bunca inatçılığına rağmen giderek kaybolmasına isyandır o ses. Tohumlar o patlamayla saçılır çevreye. Toprak bulursa yeniden hayat bulur. O da bula bula ancak yol kenarlarını bulur. Bulunan olan tek şey, inançtır geleceği kucaklayan; inattır ölmemeye direnmektir. Bunca bulunanın arkasında insanın ancak umudu vardır. Bir de inancı, doğaya ve onun kararlılığına.

N’etmeli, n’eylemeli…

Erguvandan girdik, ıhlamurdan çıktık, katırtırnaklarını anlattık. Benim çok sevdiğim, hemen her yerde sözünü ettiğim gelincikleri unuttum mu?

Gelincikler unutulur mu? Onlar ki kuvvetli rüzgarların, yakıcı güneşlerin, ezici traktörlerin ve yok edici ilaçların karşısında salınsa da yıkılmayan, ama koparılmak istendiğinde hiç mi hiç taviz vermeyen, hemen yapraklarını döken en önemli çiçeklerdir. Ben, sevdiğime ‘gelincik’ derim; nazlı oluşu ama güneşe, rüzgara, kimyasallara inat dik duran gelinciklerle özdeş tuttuğum için. Ben, sevdiğime ‘gelincik’ derim, onca gayretle yaşama sarıldığı halde -ola ki- koparıldığında teslim olmaktansa ölmeyi tercih ettiği için.

Nazınız gelincik nazı olsun!

Yorumlar (0)
banner117
15
açık
banner159