23.09.2013, 16:17

Akdamar beş taş verdi elime…

Masmavi gökyüzünden, masmavi denizin yansıması çarptı gözüme önce. Sanki ‘merhaba’ diyordu bize ve Van Gölü Film Festivali’ne… 

Dudaktan önce göz, sesten önce görüntü vardı. Gözlerimizle selamladık birbirimizi, biraz mahzun, biraz utangaç. Onu tanıyordum, bununla karşılaşmış olabilirdim bir yerlerde… bir kameranın arkasında bulunmak güzel olurdu uzakta duranla, aynı kitabın sayfaları arasında kaybolmuş olmayı isterdim şununla. Oradakini hiç görmemiştim, ötekiyle aynı sokaktan geçmişliğim bile olmamıştı hiç. Ama göz gözeydik işte. Sevgi dolu bakışları hissettiğimde üzerimde, kendime güvenim geldi. Dirildim sanki. Kaynaştık. 

Nasıl bir kuruluktu, nasıl bir durgunluk. Yaprak kımıldamıyor dediklerinden… Tanıdıklar geldi ardından. Vecdi Sayar, Fatin Kanat, Mehmet Tekirdağ, Sidar Turan, Emrah Tarkan, Meltem de burada, Bager de… Merhabalaşmanın tatlı ritmiyle, ağız dolusu gülerek sarıldık birbirimize dostça. 

Umudu kendi renklerine boyayıp giydik üzerimize.

Düş tohumu…

Sinema, sanat, senaryo, oyun, oyuncu… derken her sözcüğü hayata geçirecek birer proje tasarlandı ayaküstü. Kaygılarımız diniyor, korkularımız siliniyor, tedirginliklerimiz azalıyordu işte. Düş tohumu çiçeğe durmuştu.

Sessizliğin sesinde de bir anlam vardı ve duyumsanıyordu rahatlıkla… Türkçe, Kürtçe, Farsça, Fransızca, İngilizce, Ermenice sözcükler “Barışın diliyle barışa ithaf” ediliyordu büyük bir özveri, sabır ve hoşgörüyle. 

Filmler açık havada, çocukluğumuzdaki gibi çekirdek de alsaydık keşke, yoğun bir ilgiyle izleniyordu, seslerin dağılması kimseyi üzemezdi, üzmedi de… Akşamın serinliği vurmasa, doktor serum vermese, film okumayı da öğrenecektim ya, “muhalif sinema” ile yetindim. Üzgünüm.

Herkese aşk lazım

Ressamlar da vardı içlerinde; onlar da renklerle sevişiyorlardı doğanın ve insanın dinginliğinde. Nasıl da uyumluydular, nasıl da sevecen. Savaşa ve savaş çığırtkanlığına inat, bir arada ama yalnız başına, yalnız ama orman kalabalığıyla yaşamayı, görmeyi, işitmeyi, hissetmeyi gösterdiler.
Deniz güneş ve etkinlikler içindeki -bastırılması güç- duygu gözlerden ellere, ellerden dudaklara, dudaklardan tüm bedene yayılıyordu.

Hangi göz yalan söyler ki!
Haydi, uzat elini. Çekinme tut.
Yürüyelim birlikte.
Geçmişten gelen…
Karpuza benzetmiş olsa da ‘dışı yeşil yeşil de içi kırmızı’ (Hasan Hüseyin), içi dışı birdi şu Van’ın ve halkın dilinde ‘deniz’ olan gölün sodalı sularının. 
Kimin değildi ki!
O gün, hani uzun yıllar sonra izin verilen ve sadece yılda bir yapılabilen ayinde öğrendik…

İnsan, ‘insan’ olmayı buralarda öğrenmişti. Tuzu ekmeğe banıp bölüşmeyi, peyniri otlarla zenginleştirmeyi, unu yağ ve yumurtayla yepyeni bir tatla yaşamayı… Sütü koruyup kurut haline getirmeyi, meyveyi kurutup karlar altında da tadını unutmamayı… Gevaş’ta üzümü sıkıp şarabını çıkarmayı… Buğdayın zenginliği, tuzun acısı hep burada deneyimlenmişti, bin yıllar önce. Tuşba, gümüş işçiliğinin ana yurdu… Savat -ki gümüşün takıya yakışanıdır, en güzelidir- çoktan bitmiş buralarda. Kimse değil anımsamak, bilmiyor bile. Acı ama biz o deneyimlerin üzerinde yükseliyoruz… ne mutlu!
Tanrılar söylencelerin elinden tutmuştu.

Ben ‘Şaka Tanrısı’ ile birlikte geldim.
Geçmişle geleceği, dünle yarını buluşturduk. (Siz de geldiniz, eksik tamamlandı. Hoş geldiniz.)
Güzel bir festivaldi yaşadığımız, tüm renkleriyle… Güzel bir dostluktu paylaştığımız tüm gerginliğiyle. Sahi, daha bir güzelleşecek, daha bir güçlenecek, daha bir yaygınlaşacak… kim ne derse desin. Yıllar tanık olsun.
Yorumlar (0)
banner117
15
açık
banner159