23.03.2015, 17:03

Sevenler ağlar mı?

Soğuk geçen günlerden sonra güneş yüzünü gösterdiğinde artık bahara da girmiştik. Öyle ya, geleneksel nevruz, yani ilk günü, bir başka anlamıyla ekinoks denilen gece ile gündüzün eşitliğini yaşadık. Siyaseten çok şey oldu, çok gerginlik vardı. Her kavga barışla bitermiş (öyle ya da böyle), eh, güneş de yüzünü gösterdiğine göre barış sağlanmış diyebiliriz.

Baharla birlikte karların erimesiyle oluşan derecikler (ileride kuruyacak olsa bile) incecik “şırıl şırıl” sesiyle akarken suyun yüzeyindeki güneş yansıması insanın içini ışıtır, ısıtır da…


“Geyikler Annem ve Almanya”


Nursel Duruel’in o çok ünlü öyküsü geliyor aklıma… Biraz hüzün katkılı da olsa, dereye yıkanması için serilen kilimin üzerindeki geyik formu, suyun akışında hareket ediyormuş gibi gözükür. Bir de çakıllar… Yoksa çakılları ben mi uyduruyorum. Alıntıyalım…


“Kış bitmiş, bahar gelmiş, karlar çoktan erimiş, sular çoğalmış. Uzaktan, kıvrım kıvrım parlak bir kemer gibi gözüken, yakınlaştıkça çağıltısı insanın içini hoplatan bir derenin kenarına varmışız. Gökyüzü masmavi, kuşların cıvıltısı derenin sesine karışıyor, toprak ılık, mis kokuyor. Kilimlerimizin üstünde geyik resimleri var, kuş resimleri var, çiçekler, yuvarlaklar, çizgiler, çaprazlar var. Her biri başka renk. Mor, sarı, yeşil, pembe... “hadi” diyor annem “tut şu küçük kilimin ucundan, suya basalım, bir güzel ıslansın, tozları aksın.” Kilimin iki ucundan ben tutuyorum, iki uçundan annem, götürüp derenin ortasına, suyun en çok olduğu, en hızlı aktığı yere seriyoruz. Dere küçük kilimin üstünden akıyor. Sular aktıkça geyikler hep aynı yöne doğru koşuşuyorlar. Suların altında, kilimin çizgileri boyunca dizi dizi koşuyorlar. Koşuyorlar, koşuyorlar, hep aynı yerde kalıyorlar. Üstlerine eğilip suyu gölgelediğim zaman bedenleri dalgalanmaya başlıyor, boynuzları dalgalanmaya başlıyor... Dayanılmaz böyle bir güzelliğe, kimse dayanamaz. Ben de...”


Müzik eklenmeli…


Yukarıdaki alıntı, yazarın hüznü de kattığı öyküsünden sadece coşkuyu, heyecanı, sevinci ve mutluluğu sıyırıp alıyor. Kuşların cıvıltısı, kuzuların meleşmesi, rüzgârın hışırtısı kandırmıyor bizi… Şöyle kreşendosu bol, büyük bir orkestra ile yorumlanan güçlü bir müzik istiyor ruhumuz. Türkü de olabilir, şöyle şıkır şıkır, mutluluk veren… klasik müzik de olabilir insanı alıp götüren. Karar sizin, şu an hangisi yakın geliyorsa size, hangisi takıldıysa dilinize, çınladıysa kulağınızda o olsun.


Saksı bahçeler…


Avuç içi kadar bile yeşil alan kalmasın insanlara derin nefes alabilecek diyen yapsatçılar, devletin de katkısıyla beton yığınağına çevirdi kentimizi. Bahçe gibi gözüken, göstermelik yeşillikler de aslını sorarsanız “saksı bahçe”. Çünkü 25-30 santim altı beton o bahçelerin. Derinde otopark var. Göz boyasın, satış şansını arttırsın, üç beş kuruş (ne kuruşu, binlerle lira) pahalı satılsın diye hazırlanmış o alanlar; biz yaşayanların da katkısıyla üç-beş yıla kalmadan sararmış, bozarmış bir hale geliyor, zamanla o üç kürek toprak da yok olacak. Örneklerini görebilirsiniz…


Yine de umudu üzmemek gerek


Her ne olursa olsun, siyasiler birbiriyle kavga etsinler, bir söylediklerini ertesi gün yalanlasınlar (aaa, sahi, biz yapsak; dönek, yalancı, sahtekâr vb. diye suçlanırız, ‘cık cık cık’lar eşliğinde) ama biz bu güzelim bahar gününün keyfini çıkaralım. Onca soğuğa ve rüzgara inat edip dökülmemiş çiçeklerin mutluluğunu sürelim. Sürdürülebilir bir çevre için mücadele etmekten de geri durmayalım.

 

Yorumlar (0)
banner117
15
açık
banner159