11.11.2013, 10:12

Tedirgin Cumhuriyeti

Duru mu duru gökyüzüne uzanan ağacın yeni yeşeren dalları arasında, kendilerince güvenli bir yer bulmuşlardı. Önce tanışık olmamanın verdiği tedirginlikle sınadılar birbirlerini, sadece gözleriyle. Kendilerinin bile duymaktan çekineceği incecik, küçücük bir ‘cik’ sesiyle başladı tüm öykü. Nasıl da ısınmışlardı birbirlerine, nasıl da arkadaş olmuşlardı, sözcüğün tam anlamıyla…

Gün boyu engin duruluktaki gökyüzünde taklalar atarak uçuyor, ağız dolusu kahkahalar eşliğinde şakıyorlardı. Her ne kadar insanlar “evi dişi kuş yapar” demiş olsa da ilk çubuğu erkek kuş getirmişti; işte en büyük yarış o zaman başladı: Kim daha çok dal getirecek? Kim daha çok çalışacak o yuvayı örmek için? Elbirliğiyle, hızla ördüler birbirlerini ağırlayacakları yuvalarını. Şırıl şırıl akan dereciğin kıyısından taşıdıkları çamurla sıvadılar. Şöyle bir karşısına geçip baktıklarında karar vermişlerdi: Dünyanın en güzel, en sıcak, en kullanışlı eviydi yaptıkları.

Çok yukarıdaydı yuvaları

Günler günleri kovaladı. Sabah evden çıkıyorlar, herkes kendi işine gidiyor, akşam gün kararken döndüklerinde anlatacakları ne çok şey birikmiş oluyordu. İkisi de kendi işiyle meşgul, kendi geleceğini belirleme sevdasındaydı… İkisi de özlüyordu birbirini bu arada; arkadaşlık, dayanışma böyle bir şeydi işte.

Çok yukarıdaydı yuvaları, sürüngenlerin çıkması çok güçtü, yaprakların arasına, gözlerden uzak kurmuşlardı. Hiçbir yırtıcı, keskin gözlerine rağmen göremezdi. Güvendeydiler yani; kendilerince tabii. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadıkları, hatta denk geldikçe yaşlı ve engellilere yardımcı oldukları için seviliyorlardı da. Kimse doğrudan yüzlerine karşı bir şey demediği gibi ima da etmemişti. Keyifliydiler…

Yönetici güvence vermişti ama…

O gün önemli bir gündü, heyecanları doruktaydı, sınava girecek yaşamı daha da güzelleştireceklerdi. Anne babalarının nerede olduklarını bilemiyorlardı ya, arkadaşlarına, yakınlarına duyurmuşlardı bu önemli günü.

İşte o sabah, evden çıkarlarken, görmüşlerdi yaşadıkları yerin yüce yöneticisini. Güvence vermişti, daha öncelerde, karışmayacaktı onlara, yeter ki ayaklarına dolanmasınlardı… Onlar da öyle yapmışlardı ya, içten içe muhaliftiler. Kesin.
Kötü kötü bakıyordu, artık gülümsemeyi yitirmiş gözleriyle yönetici. İncecik bir selam verip çıktılar hemen, arkalarına bile bakmadan. Sınava girecek olmasalar geri döner, evlerinde beklerlerdi ya, ah o sınav! Akıllarına gelen kötü düşünceleri kovarak girdiklerinde sınav da kolay geçti. Artık daha da rahattılar. Görece biraz daha fazla kazanacak, görece biraz daha fazla kitap okuyabilecek, görece biraz daha uzun tatile çıkabileceklerdi. Sonra… sonrasını sonra düşünürlerdi. Mutluluk buydu işte.

Şair, “mutluluğun resmini yapabilir misin” diye soruyordu ya, buydu işte, bu. Resim yapamazlardı da şarkıyla dile getirebilirlerdi. Kim ne derse desin mutluluk buydu işte.

Kötü bir şey çıkmasın…

Sabah, yönetici yine oradaydı, yine dikmiş gözlerini bakıyordu kötü kötü. Sınavı başarıyla atlatmış olmanın özgüveniyle daha rahat selam verdiler bu kez. Yine almamıştı yönetici selamlarını… Bir terslik vardı bu işte ya, öyle umuyorlardı ki kötü bir şey çıkmasındı.

Artık her sabah gözleri üzerlerindeki yöneticiyle karşılaşıyorlardı. Kanıksamışlardı, hatta göz ardı bile edebilirlerdi birkaç güne kalmaz.

Ama öyle olmadı. Bir gün, onların evden çıkışının ardından açtı ağzını yumdu gözlerini yönetici; ağzına ne gelirse saydı döktü. Ne hak vardı sözlerinde ne hukuk. Ne örfe adete sığıyordu ne de geleneklere… Yoksa onları eğiten başta anne babaları olmak üzere tüm çevreleri, okudukları okullar, gittikleri gezdikleri müzeler, kitaplar, filmler, şarkılar yalan mıydı? 

Ya çevrelerindekiler…

Her gün bir arada oldukları, her sabah selamlaştıkları, alışveriş yaptıkları, yardımcı oldukları esnaf ve komşularına ne oluyordu? Daha düne kadar yere göğe sığdıramıyorlardı onların tutum ve davranışlarını… İyi de ne olmuştu da bir günde her şey, ama her şey tersine dönmüştü. Daha düne kadar sevgi dolu bakışların yerini kin, nefret, gerginlik almıştı. Yüzlerine karşı dile getiremeseler de -en azından şimdilik- arkalarından konuştukları geliyordu kulaklarına, ne kadar tıkarlarsa tıkasınlar. 
Yöneticinin yanındakiler bile isyan etmeye başladılar usulü erkanı içinde. Belli ki kendi aralarında alabildiğine gergin tartışmalar yaşanıyordu. Onlardan yana olanlar da yanlışın farkındaydılar ve seslerini yükseltmeye başlamışlardı. Durumdan vazife çıkarmak isteyenlerle yaşanan mutluluğu kıskananlar yöneticinin yanında, hatta kraldan çok kralcı tutum içerisindeydiler.

Bir şeyler var, değişmesi gereken…

Bir şeyler var değiştirmemiz gereken dediler o akşam tedirginlikle gelmesi olası saldırıya karşı nöbet tutarlarken. Önce acılardan başlanacak demişti şair ya, ‘biz, hayatın yaşanırlığından başlamalıyız’ diye bir karara vardılar. İlk iş komşularla yeniden görüşmeye başlayarak, onlarla ilişkilerinde bu güne kadar olduğu gibi güven ve dayanışmayı güçlendirmeyi düşündüler. Kasaba, manava, bakkala, fırıncıya, hatta kuaföre, kırtasiyeciye, neredeyse hiç girmedikleri küçük zücaciyeciye, tuhafiyeciye anlatmalıydılar. Anlatmalıydılar ki yine bir arada barış içinde kardeşçe yaşayabilsinler. Bir gerginlik yaşanmasın. Yine eskisi gibi güle oynaya, şen şakrak geçsin günler. Bir tek ekonomik durumları dolayısıyla sadece göz ucuyla ışıl ışıl vitrinine bakabildikleri kuyumcuyla tanışıklıkları yoktu; zaten o da hiç müşterisi olmadıkları için kızgındı içten içe kendilerine… Ama hepsini yönlendiren, gaza getiren de oydu. 

Ne yapsınlardı?

Biliyorlardı ki bir şey çıkmazdı bu tavır ve davranıştan. Sadece birkaç oy daha almak adına yöneticinin her zaman yaptığı çıkışlardan biriydi. Çok yıllar önce bir kez yaşandığını duydukları o durum olabilir miydi yeniden? Hani iki buçuk parti olsun diyen diktatör yönetici, kendi yandaşını işaret etmişti de, en düşük oyu almıştı… Hatırladınız mı? 
Yorumlar (0)
banner117
15
açık
banner159